Yazar: Prof. Dr. Osman Korkut Kanadoğlu
I. Genel Olarak
Anayasa’ya göre Türkiye, laik bir cumhuriyet. Laikliğe ilişkin tartışmalar son günlerde altı muhalefet partisi liderinin imzaladığı Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem uzlaşma metni üzerinden yapılmakta. Oysa bu sadece son yılların konusu değil; laiklik, Osmanlıdan beri tartışılıyor. Bu tartışma yalnızca Türkiye’de değil, Fransa başta olmak üzere birçok ülkede yaşanıyor.1
Bugün çok yaygın kullandığımız laiklik terimi, 19. yüzyılın sonlarında henüz yeni bir terimdir. İlk kez 1870’de kullanılır. Büyük ölçüde 1930’lardan sonra, laiklik, ulusal bir Türk kültürü ve kimliği yaratma çabalarının bir sonucu olarak Türk siyasi hayatının söz dağarcığına dâhil olmuştur.
Avrupa’da kilisenin temsil ettiği dini varlık alanının yerine dünyevi iktidarın geçtiği Ortaçağın kurtuluş mücadeleleri sonucunda din özgürlüğü modern yapısıyla ortaya çıkabilmiştir. 16. yüzyıla kadar dünyevi egemenlik ve din iç içe geçmişti. Devletin meşru dini Katolik inancı idi. Katolik olmayan mezheplerin tanınması sorunu, 16. yüzyılın ilk yarısındaki reformasyonla belirdi. Luther mezhebinin 1555 Ausburg dinsel barışıyla tanınmasıyla, ilk kez vatandaşlara inanç özgürlüğü bağlamında seçim özgürlüğü verilmiştir.2 Bu gelişmeler, din ve devlet kucaklaşmasından, bir yandan seküler devlete, diğer yandan Hristiyan inancının çeşitli mezheplerine ait kiliselere geçilmesine yol açmıştır.3 Sekülerleşme, devletin yansızlığı ilkesiyle din özgürlüğünü garanti etmiştir.
Devlet-kilise ilişkisinde, bireysel inanç özgürlüğüyle dinsel örgütlenmelerin toplu düzenlenmesi (birleşme, karışma ilkesi), devlet kilisesi (İskandinavya, Birleşik Krallık, Yunanistan, Rusya) anlayışından farklılaşır. Karşıt proje ise devlet ve kilisenin mutlak ayrımına dayanan laikliktir. Ancak laiklik ve sekülarizm, aynı fikrin birbirini tamamlayan ve onu daha açık görmemizi sağlayan iki yüzüdür: Laiklik, bir devletin örgütlenmesi ve işleyişini nelerin belirlememesi gerektiğini, sekülarizm ise nelerin belirlemesi gerektiğini söylüyor: aydınlanmanın ürünü olan çağdaş düşünce ve bilgi.4
II. Osmanlı Devleti’nde
Osmanlılar, İslam’ın en uzun süre hükümet eden ve en geniş sınırlara yayılmış hanedanıydı. Osmanlı pek çok ulusu ve dini, hâkimiyeti altında bir arada ve karşılıklı denge içinde bulunduran kozmopolit bir imparatorluktu.
Osmanlı devletinin ayırıcı özelliği, resmileşmiş ve merkezileşmiş bir otoriteye sahip olmasıdır. Sultanın başında bulunduğu bir askeri-bürokratik grup, iktidarı elinde tuttu. Din ve hukuk da kendi kurum ve çalışanlarıyla birlikte bürokratikleşmiş biçimde, bu imparatorluk otoritesine bağlı olarak yerini aldı. Esasında dinin ve bürokratik yönetiminin, devlet idaresine verilmesi anlamına gelen Atatürk “sekülerleşmesinin”, bu bağlamda uzun bir Osmanlı geleneği olduğu bile ileri sürülebilir.5 Buna karşılık dinin Osmanlı Devleti’nin köşe taşı olduğu, şeriatın onun köşe taşını oluşturduğu ve dini ileri gelenlerin en yüksek iktidar mevkilerine sahip olduğu yaygın görüşü göz önünde bulundurulduğunda bu iddia anlamsızlaşacaktır.6 Osmanlı-Türk anayasacılığının teokratik ya da yarı teokratik bir sistemden laikliğe doğru evrildiği görüşü7 ise bu iki zıt görüşü harmanlamaktadır.
Osmanlı tarihi boyunca din alanı çeşitlilik arz etmekteydi. Hanefilik-Sünnilik ortamı içerisinde, sufi tarikat ve inançlar, siyasi düzene karşı koymadıkça, Osmanlı saray ve toplumunun parçasını oluşturdular. Bu çoğulculuk, siyasi birliğe katkı yapan bir bağlılığı sağlamıştır.
Tarihsel bakımdan örfi hukuk kaynağı olan ilk kanunnameyi yayınlayan II. Mehmet’tir. Vergi ve idari düzenlemeleri (beyler, merkezi otorite ve toprak sistemi arasındaki ilişkiler) içeren ve 19. yüzyıla kadar varlığını koruyan bu kanunnamede şeriata herhangi bir atıfta bulunulmamıştır. Kanuni ve sonrasında da yeni koşul ve gereksinimlere göre belirlenen kanunnameler, öncekinin bünyesine eklenmiştir ve kadılar tarafından uygulanmak zorundaydı.8 Böylelikle şeriata saygılı, fakat pragmatist ve devlet menfaatine önem veren bir uygulama kendini göstermiştir. Osmanlı yönetiminde merkezi konumdaki uygulamaların çoğu şeriat ilkesine aykırıydı; örneğin devşirme kurumu, faizin azami oranını belirleyen kanunnameler, para vakıflarına izin verilmesi, fiyat tahdidi ve ceza hukukunun mali merkezli olması gibi.9
Bu bakımdan Osmanlı İmparatorluğu, şeriatla ondan tamamen bağımsız bir biçimde gelişen seküler hukukun yan yana yaşadığı tipik bir modern-öncesi İslami yönetim özelliği göstermekteydi.10
Osmanlı topraklarında modern dönem; yönetim, hukuk ve toplumsal yapıda kadı hukukuna karşı devlet hukukunun oluşmasına ve Avrupa kanunları ve yargılama usullerinin benimsenmesini içeren bir dizi reforma sahne oldu.11 Belirtmek gerekir ki, Ortadoğu’da 19. ve 20. yüzyıllardaki reform hareketleri ve bunlara karşı tepkiler, Osmanlı İmparatorluğu içinde gerçekleşmiştir. Günümüz konuları ve tartışmalarının çoğunun gelişimi, bu reformlardan izlenebilir. Modernleşme olarak da adlandırılan bu reformların temel özelliği, merkezileşmiş ve çok işlevli bir devlet yapısının doğuşu ve bunun sonucunda bir dizi yeni sosyal grubun ortaya çıkışı; temel yönelimi ise dini kurumlarda kalan yasal otoriteyi uzaklaştırıp, tarihi şeriat geleneğindeki hukuki çoğulculuğa son vererek, hukuku standart bir devlet hukuku haline getirme çabasıdır.
Genel olarak bütün otoritenin hiyerarşik olarak dine bağlı olduğu tarihsel fonda, kamusal hayatın farklı işlevleri birbirinden ayrılıp, farklılaşmaya ve dinin katı vesayetinden kurtulmaya başlamıştır. Buna göre önce “ordu sekülerleşir”, ardından sıra “yönetim işlerine ve sivillere gelir” ve tabii bununla aynı anda “adalete”. Saf teokrasi halinde yaşamak istemeyen her toplum, bu ayrışma ve kendini kurtarma hareketini yaşayacaktır.12 Osmanlı Devleti de bu anlamda laikleşmeden uzak kalamamıştır.
İmparatorluğun askeri güçlerinin çöküşü sonucunda, Avrupa standartlarında yeni modern bir ordunun kurulması çabalarıyla (III. Selim dönemi) başlayan 19. yüzyıl Osmanlı reformu, II. Mahmut’un girişimleri ve Tanzimat dönemiyle devam etmiştir. Devletin insanların yaşam ve mülkiyet hakkına saygı duyacağını ilan eden bir taahhüt olan Tanzimat Fermanı, bir önceki yüzyılda gerçekleşen çeşitli yapısal gelişmelerin kurumsallaşmasıydı.13 Tanzimat’ın büyüttüğü idari alanda faaliyet gösteren geniş bir memur kitlesi (yaklaşık 500.000 kişi), modern orta sınıfı, sekülerleşme (Jön Türk hareketi) kadrolarını oluşturmuştur.14
Çok uluslu bir devlet olan Osmanlı İmparatorluğu, parçalanma korkusu nedeniyle milliyetçiliği ve liberalizmi kolay kolay benimseyemedi. Gelişen tarım ve ticaret yanında aydınlar sınıfının da genişlemesi, İmparatorluğun yaşadığı modern tipte ilk devrime yol açtı: 1908 Jön Türk Devrimi.15 Jön Türklerin gizli örgütü İttihat ve Terakki, hükümet üzerindeki de facto iktidarını, 1913’de resmen gerçek anlamda bir siyasi partiye16 dönüşerek sürdürdü ve Mayıs 1914’den itibaren iktidarın bütün ipleri Cemiyet’in eline geçmişti.17 Türkiye’nin 1914-1918 Direnişi, 1908 Devriminin devamı ve İstiklal Savaşı’nın başıdır. 1908 Devrimi ve Kemalist Devrim bu halkada iç içe geçmişlerdir.18
Mustafa Kemal’in başında bulunduğu Ulusal Kurtuluş Savaşı, eşrafı, aydınları, sivil ve asker bürokrasiyi ve halkı bir araya getiren, eşitlikçi, katılımcı bir siyasi hareket olarak “aydınlanma” ideolojisine dayanan modern Türk ulus devletinin temelini attı.19 1923’de kurulan Cumhuriyet, yüzlerce yıllık saltanat ve hilafete son verdi20 ve yeni Türk ulus devletini sağlamlaştırmak için laik ve ulusal kimlik ve aidiyet anlayışını diğer tüm bağlılıkların üzerine çıkardı.21
Kemalist devrimin radikal uygulamaları, iki yüzyıllık değişimler birikiminin gereği ve sonucu olan laiklik ilkesinin Türkiye’de yerleşmesi için çaba göstermiştir. Türk aydınlanması olarak adlandırabileceğimiz bu dönemde laiklik salt hukuksal alanda din ve siyasetin birbirinden ayrılması olarak algılanmamış, sosyal alanda köklü bir ideolojik yenileşme amaçlanmış ve toplum hayatına yön vermede dini düşünce vicdanlara itilerek bilimsel düşünceyi esas alan bir toplum projesine öncelik verilmiştir.22 Türk Devrimi, terimin Hıristiyan anlamında bir reformasyon öngörmemekteydi, çünkü bu devrim her şeyden önce dinsel bir hareket değil, siyasal bir devrimdi.23 Bu bağlamda Türk Devrimi, akıldışı inanç24 ve dogmalara açık olmayan dünyevi ve laik bir olguydu.
V. Sonuç Yerine
Son yıllarda ise Anayasa Mahkemesi’nin özellikle 4+4+4 eğitim sistemiyle ilgili verdiği kararla28 benimsediği “yumuşak laiklik” anlayışının da etkisiyle kavramın neredeyse içi boşaltılmış, çoğulcu demokrasi anlayışı büyük yara almıştır. Bu yüzden tüm devlet organlarının, hiçbir dini cemaati hukuken kayırmaksızın, laiklik ilkesine ilişkin Anayasal ölçütlere uygun olarak faaliyet göstermesi, toplumsal düzen ve barışın korunması için bir zorunluluk haline gelmiştir.
28 E. 2012/65, K. 2012/128, Kt. 20.9.2012.