Yazar: Ar. Gör. Merve Selin Şohoğlu
Kendi öğrencilik dönemimi düşünecek olursam, ben İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne 1981 yılında girdim. 1985 Mayısında da mezun oldum, yani 4 yılda bitirdim. Dolayısıyla, 1981-85 arası dönemden bu yana çok şey değişti. Öncelikle hukuk fakültelerinin sayısı arttı. Benim öğrenciliğimde vakıf üniversitesi diye bir kavram da yoktu. Devlet üniversitesi olarak da İstanbul’da, İstanbul ve Marmara, Ankara ve 9 Eylül Hukuk Fakülteleri vardı. Dicle Hukuk var mıydı, emin değilim. Koskoca Türkiye’de bu kadardı. Öncelikle fakülte sayısı bakımından çok fark var.
İkincisi, bizim öğrenciliğimizde sınıf geçme sistemi vardı. Bunu hep söylerim, öğrencilerime de söylüyorum. Şimdiki öğrenciler, bize göre çok çok rahatlar. Çünkü şimdi ders geçme esası var. Hukuk fakültesine kayıt olduktan sonra dört yılı geçirmiş bir öğrenci, dördüncü sınıftayım diyebiliyor; birinci sınıftan dersi olmasına rağmen! Bizim dönemimizde sınıf geçme esası olduğu için, birinci sınıftan bir dersiniz kalsın, ikinci sınıftan ders alamazdınız. O nedenle çok daha zordu. Final ve bütünleme sınavları vardı, yaz okulu diye bir kavram yoktu o zamanlar. Vakıf üniversitelerinde yakın tarihe kadar, hem final hem bütünleme hem de yaz okulu gibi haklara sahip oldular. Şimdi, yaz okulu yerine bütünleme alternatifi geldi.
Bunlar, sistemsel farklar. Eğitim ve öğretimle ilgili, hem devlet hem vakıf üniversitesi olarak bünyesinde hukuk fakültesine yer veren üniversitelerde kadro sorunu var. Bizler çok iyi hocalardan ders aldık. Ama bugün öyle devlet üniversiteleri var ki, biz vakıf üniversitesi olmamıza rağmen, bizdeki kadroya sahip değiller. Dekanlarının hukukçu olmadığı hukuk fakültelerinden söz eder hale geldik. Dolayısıyla o fakültelerden mezun öğrencilerin hukuki düşünebilme yeteneğini kazanıp kazanmadığı konusunda soru işaretleri var. Akademik kadronun yetersizliği çok önemli bir fark.
Ve tabii ki, öğrenci sayısının çokluğu. Devlet üniversitelerinin kontenjanları aşağı yukarı aynı. Örneğin 1981 yılında, İstanbul Hukuk’un kontenjanı 800’dü; ama 1985’te mezun olan öğrenci sayısı yaklaşık 20 kişiydi ve o 20 kişi içinde ben de vardım. Çünkü sınıf geçme esası vardı. Sadece tek ders sınav hakkı vardı. Öğrencinin alt sınıftan bir dersi kalmışsa, o sınava girebiliyordu. Geçen öğrenci, bir üst sınıfın final sınavlarına katılabiliyordu, ama geçemezse, yine sadece o tek dersin sınavına giriyordu. Öğrenci sayısı devlet üniversitelerinde çok değişmedi, ama onlara eklenen fakültelerin kontenjanları nedeniyle, hukuk fakültelerindeki öğrenci sayıları çok arttı, öyle ki bu durum barolara yansıdı ve İstanbul’da, 5-6 yıl öncesinde 30-40.000’lerde olan avukat sicil numaraları, bugün 70-80.000’lere geldi. Avukatlık sınavının da olmayışı nedeniyle, avukat sayısında çok artış oldu. Sonuç olarak, hukuk fakültelerinin çokça açılması ve öğrenci sayısının artışı hukuk eğitiminin kalitesini etkiledi; hem vakıf hem devlette kadrosu yetersiz olan üniversiteler var. Bu, öğrenciler arasında eşitsizlik de yarattı. Akademik unvanı akademiye yaraşır biçimde almış olan hocalardan ders alan öğrenciler, doğal olarak ciddi bir eğitim gördükleri için, dersi kolay da geçemiyorlar. Ama adı yine hukuk fakültesi olan başka bir kurumun öğrencisi, yine hukuk mezunu oluyor ve piyasaya avukat olarak çıkabiliyor. Gerçi bu, avukatlıkta karşımıza iş bulma sorunu olarak yansıyor, karşımıza işçi avukat kavramı çıktı. Bakın, bunlar hep bir zincir olarak kendini gösteriyor. Bilgi düzeyi eksikliği, sadece avukatlar açısından yok, ne yazık ki, genç hâkimlere de yansıdı. Hâkimlik-savcılık sınavlarında barajın 70’den 50’lere düşürüldüğü dönemleri gördük. Daha kıdemli hâkimler, bu konuda, biz hocalara şikâyetçi oldular. Müsadereyi bilmeyen hâkim var dediler, benim verdiğim yanıt ise şuydu, hukuk fakültesinde geçme notu 50, 50’yle geçebilir; ama hâkimlik savcılık sınavının barajını 50’ye düşürmek bizim kabahatimiz değil. Hâkim savcı olacak hukukçuların herhalde 50’den daha yüksek almaları gerek.
Bu dönemle bizim dönemimiz arasında, hukuk eğitiminde hem kalite anlamında hem de akademik kadro bakımından büyük fark var. Hukuk fakülteleri arasında bir standardın olmayışı ve bunun öğrenciler arasında mezuniyet sonrası eşitsizlik yaratması, hukukla ilgili mesleklere yansıdı.
2. Günümüz Türkiye’sinde hukuk sistemi bakımından Sizce sorunlu noktalar nelerdir?
Türkiye’nin hukuk sistemini, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’ndaki esas teşkilatından farklı ele almak doğru değil, bileşik kaplar kuramı gereğince. Anayasalar hem temel hak ve özgürlük belgeleridir hem de devlet teşkilatının düzenlendiği belgelerdir. Hukuk devleti ilkesini ele almak gerekir, hukuk devleti ilkesini hayata geçirebilen devletler sorunsuzdur. Hukuk devleti ilkesini kendi egemenlik alanında gerçekleştirmekte sıkıntı yaşayan devletlerin, hukuk sistemi de aynı düzeyde sorunludur; birbirine bağlıdır. Devletin egemenlik gücünün hukuk kurallarıyla bağlı olması hukuk devletini ifade eder, bunun denetimi ise yargı organı ile yapılır. Bu noktada da ister istemez yargı bağımsızlığına geliyoruz. Kuvvetler ayrılığı yerine kuvvetler birliğinin olduğu ve güçlerin dağılmadığı sistem de yargının bağımsızlığından söz edemiyoruz. Bu konudaki sıkıntılar, benim öğrenciliğimden beri devam ediyor. HSYK’yı eleştiriyorduk, 7 kişiden oluşuyordu, Adalet Bakanı ve müsteşarı da buna dâhildi. Bugün HSK üyelerinin sayısı arttı sadece, niteliği değişmedi. Adalet Bakanı ve yardımcısı bu kurumun üyeleri olmaya devam ediyor. Dolayısıyla yürütme erki, yargı erkinin içerisinde yer alıyor. Bu, parlamenter sistemde de vardı ve eleştiriliyordu; şimdi yürütme erki Cumhurbaşkanlığında toplandı. Kuvvetler ayrılığı, yürütme ve yasama arasında sıkıntılıydı ve aslında daha da kötü oldu.
Hukuk devletinin pratiğe geçirilememesindeki en büyük sorunlardan biri, yargı bağımsızlığında kendini gösteriyor. Bununla birlikte savcının bağımsızlığından söz edilemese de, onlar kamu davacısı, egemenin davacısı değil. Kamu adına iddia faaliyetini yürütebilmeleri için, savcılara da güvence tanınması gerekiyor. Kralın savcısı değil, kamunun savcısı olmaları gerekiyor. Ama artık HSK’dan, hâkim savcıların coğrafi teminatlarının bulunmadığından söz ediyoruz.
Ne yazık ki Türkiye pratiğinde laiklik ilkesinin sağlanmasındaki sıkıntılardan kaynaklı olarak “dinsel veya dinci bir terör örgütü” FETÖ ve bu terör örgütünün devlet organlarının içine sızdıkları gerçeği ile karşı karşıya kaldık ve bu örgütte binlerce hâkim ve savcı tespit edildi. İhraç edilmeleri sonucunda hâkim savcı sayısında önemli ölçüde azalma oldu. Dolayısıyla bu, Türkiye’nin tarikat-cemaat gerçeği, hukuk devletini gerçekleştirmenin önünde engel olarak karşımıza çıkıyor. Çünkü bu tarikat ve cemiyetler, inanç ve vicdan örgütlenmesi boyutunda kalmıyor, ne yazık ki; hem siyasete el atıyorlar, siyasi güç sahibi olmaya çalışıyorlar, hem de ticari bir güç ve iktidar olmayı hedefliyorlar. Bu durumda karşımıza FETÖ örgütlenmesi gibi terör örgütleri çıkıyor; bu tabii ki yargıcın bağımsızlığını ve tarafsızlığını etkiliyor. Öyle bir yargıç olabilir ki sade iki vatandaş arasında adaleti sağlayabilir. Ama eğer bu yargıç bir tarikatın üyesiyse ve karşısına “şeyhim” dediği bir tarikat üyesi gelirse bu yargıcın adil karar verme olasılığı beklenemez. Bunlar en büyük sıkıntılar bence.
Şimdi tabii ki akademik kadro bakımından kaliteyi artırmak gerekiyor. Bu, örneğin doçentlik sınavında sözlü sınavı, kolokyumu kaldırarak olmaz. Türkiye’de denetim mekanizmalarında gevşeklik yaratmak, karşımıza insan aklına gelmeyecek hileleri çıkartabiliyor. Yakın zamana kadar sosyal medyada bile, tez yazılır diye reklamlar karşımıza çıkıyordu. Doktora aşamasında yine bir sözlü sınav var ve karşınızda o tezi doktora adayının yazıp yazmadığını jüri üyeleri olarak anlayabiliyoruz; bir tez izleme komitesi var, yine yazım aşamalarında denetim işlevi görüyor. Fakat doçentlikte, sözlü aşamayı da kaldırdılar; önümüze sadece eser geliyor, o eseri o adayın yazıp yazmadığını bilmiyorsunuz. O nedenle doçentlikte kolokyumun geri getirilmesi gerekiyor.
Hukuk fakültesi tabelasını asmadan önce kadro meselesinin çözülmesi gerektiğini düşünüyorum. Örneğin, Türkiye’de mahkemeler teşkilatında, ceza muhakemesinde istinaf kanun yolu, 2005 yılında yürürlüğe giren kanunla geldi; ama istinaf mahkemelerinin fiilen işlemeye başlayacağı tarih 2016 Temmuz’unu buldu. İstinaf kanun yolunu bu sürede bir tabela asarak nasıl işletemediysek, hukuk fakültelerini de bu şekilde kuramayız. İstinaf mahkemelerinde olduğu gibi önce kadro sorununu çözmemiz gerekir. İstinaf mahkemeleri ilk etapta yedi mahkeme olarak hazırlandı, hâkimleri, savcıları, yazı işleri personelinin ataması yapıldı ve bu mahkemeler fiilen dosya incelemeye mümkün hale getirildi. Daha sonra istinaf yolunun açıldığı, Resmi Gazete ile ilan edildi. Hukuk fakültesi de böyle kurulabilir, tabelayı asalım, öğrenciyi alalım, kervan yolda düzülür, mantığıyla hukuk fakültesi kurulmaz; bu ancak hukuk lisesine dönüşür. Fakat buradan mezunlar rahatlıkla avukat cübbesini giyebilirler. Şimdi avukatlık için sınav getirildi, bakalım fiiliyata geçecek mi? Ciddiyet önemli, ciddi olarak bir işe sarıldığımız zaman, BAM’da (Bölge Adliye Mahkemeleri) olduğu gibi, işi layıkıyla yapabiliyoruz. İstinaf kanun yolunu hukuki olarak eleştirebiliriz, ama bu mahkemeler 2005 yılında hukukumuza girmesine rağmen, Türkiye hazır olmadan bu kanun yolunu uygulamaya başlamadı. Hukuk fakültesi eğitimi de böyle olmalı, ciddiyetle ele alınmalı. Öncelikle kadrolar yetiştirilmeli, gerekirse yurtdışına doktora öğrencileri gönderilmeli. Bu da tabii ki planlamayla olur.
Türkiye’de başka bir sorun da planlama, biz artık planlama yapmıyoruz. Hâlbuki önceden 5 yıllık planlarımız olurdu. Hukuk fakültesinde de böyle olmalı. Türkiye’nin ne kadar hâkime ne kadar avukata ihtiyacı var, bu planlamayla yürümeli, bir plan yapılır, plana göre kontenjanlar belirlenir. Ancak Türkiye’de durum ne yazık ki, umut tacirliğine dönüyor. Öğrenci üniversiteye bir umutla geliyor, mezun oluyor, asgari ücretle iş bulmakta zorlanıyor. Bir insana yatırım yapmışsınız, o insan yük altında kalıyor. Staj yapıyor, cübbesini giyiyor, çalışacak yer bulmakta zorluk çekiyor. Hadi avukat büro açtı, bilgisi ne kadar ve tüm bunlar karşımıza avukat intiharları olarak çıkıyor, ne yazık ki... Bu sorunların çözümündeki adımlardan ilki planlama yapmak, bir de tabii ki tıpta olduğu gibi, birinci sınıfta temel bilimleri okuması gerekir. Ben bunu kendimde de yaşadım iyi bir lisede okuduğum halde, hukuk başlangıcı dersinde Allah rahmet eylesin hocamız Tarık Özbilgen, Türkçe konuşuyordu ama hiçbir şey anlamıyorduk. Anayasa Hukuku, aman Allah’ım ne kadar zor gelmişti! Lise düzeyinde felsefe, psikoloji, sosyoloji, uygarlık tarihi gibi alanlarda yeterli eğitim alamıyoruz ne yazık ki. Hukuk Fakültesi eğitimi için bunlar çok önemli. Hukuk Sosyolojisi, Hukuk Felsefesi, Hukuk Metodolojisi gibi dersleri kavrayabilmek için bir hazırlık sınıfının olması şart. Ama bu hazırlık, yabancı dil hazırlığı değil; temel sosyal bilimlere ilişkin olmalı. Bu hazırlık sınıfından sonra öğrenci, Anayasa Hukukunu çok daha iyi öğrenir.
Hukuk fakültelerindeki diğer bir sorun ise, ekonomik yönden. Vakıf üniversiteleri aileye ekonomik yük getirdiği için, ne yazık ki, öğrenciden vicdana yüklenen taleplerle karşı karşıya kalabiliyoruz. Hukuk fakültelerinin eğitim ücretine bir standart getirilmesi ve devletin müdahale etmesi gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bu, piyasa ekonomisi koşulları içerisinde değerlendirilemez, arz talebe bakılamaz diye düşünüyorum. İnşallah böyle bir Türkiye’yi ben görür müyüm ben bilmiyorum. Allah sağlıklı uzun ömürler versin, ama inşallah sizler görürsünüz.