Yazar: Eda Demirci, Gökçe Türkmeni
Taşıyıcı annelik, gerek devletlerin iç hukuklarında gerekse uluslararası hukuk çerçevesinde aile hukukunun en ilginç ve karmaşık konularından biri haline gelmiştir. Roma hukukundan günümüze gelen ‘mater semper certa est’ (‘Anne her zaman bellidir’) prensibinin genel geçer kesinliği modern üreme tekniklerinin ilerlemesiyle birlikte sarsılmaya başlamıştır. Taşıyıcı annelik günümüzde global bir konuya ve aynı zamanda soruna dönüşmüştür. Konuya ilişkin yasal düzenlemeler her bir devlet hukukunda farklılık gösterir. Bazı devletler taşıyıcı annelik yöntemiyle çocuk sahibi olmayı hukuken yasaklarken bazıları belirli koşulların zorunlu olduğu durumlarda bu yönteme izin verir, bazıları ise yazılı hukuk kurallarında konuya ilişkin herhangi bir hüküm düzenlemeyerek konuya sessiz kalmaktadır. Bununla birlikte taşıyıcı anneliğin bünyesinde barındırdığı hukuki ve etik soru(n)lar sebebiyle sorunsuz işlemediği görülmektedir. Biz de yazımızda kısaca bu tartışmalara değineceğiz.
Taşıyıcı annelik, bir başka annenin doğumu yaptıktan sonra çocuğu genetik ebeveynlerine teslim etmesine denir. Temel olarak iki tip taşıyıcı annelik tipi olup bunlar: i) taşıyıcı annenin aynı zamanda yumurta donörü de olduğu, spermin ise baba veya üçüncü bir erkek tarafından sağlandığı genetik, geleneksel taşıyıcı annelik ii) taşıyıcı annenin, genetik yapısı tamamen başkasına ait bir bebeği dünyaya getirmesi halinde söz konusu olan, genetik olmayan taşıyıcı anneliktir. Bebek sahibi olmak isteyen ve bunun için taşıyıcı annelik müessesine başvuranlara ise literatürde gönüllü ebeveyn denir.
Taşıyıcı annelik anlaşması alışılmış bir ticari sözleşme değildir. Bu sözleşmenin uygulanmasını savunan en güçlü iddia tarafların rızasına dayanmasıdır. Rıza gösteren iki taraf da fayda sağlayan gönüllü bir sözleşmeyi onaylamışlardır. Ancak bu yaklaşıma iki gerekçeyle karşı çıkılmıştır. İlk olarak kadının para karşılığında hamile kalma ve doğum sonrasında bebeğinden vazgeçmesini içeren rızanın tam bir rıza olmadığı şüphesi mevcuttur. Kişinin para ihtiyacı yüzünden ve çocuğundan ayrılmanın nasıl bir şey olacağı hakkında yeterli bilgisi olmaması sebebiyle sözleşme yapılırken söz konusu rızasının yanıltıldığı iddia edilebilir. Bu düşünceye göre çocuğun doğumundan önce alacağı her karar açık olarak eksiktir taşıyıcı anne, bebek doğduktan sonra daha bilinçli şekilde tercih yapabilecek bir pozisyondadır. O zamana kadar onun seçimi özgür değildir. Alt gelir grubundaki kadınlar zengin kişiler için taşıyıcı anne olmaya yönlendirebilir durumdadır. Taşıyıcı annenin paraya muhtaç olmasının ne derece zorlayıcı olduğu ve sözleşmenin sonuçlarının önemi göz önünde bulundurulduğunda annenin rızasının tam olmadığı iddia edilebilir niteliktedir.
İkincisi, iki tarafın da özgür iradesiyle kabul edilse bile bebek alım satımına ya da kadının üreme kapasitesinin kiralanmasına itiraz edilebilir. Bu sözleşmelerin çocukları ticarî mallara ve hamileliği para kazandıran bir işe çevirerek kadınları sömürdüğü savunulabilir.
Diğer bir iddia ise, bu sözleşme ilişkisinde hiçbir tarafın üstün bir pozisyona sahip olmadığı, tarafların sunulan hizmet için pazarlık ederek bir anlaşmaya vardığıdır. Hiç kimse diğerine bir dezavantaj yaratmamıştır. Hiç kimse orantısız pazarlık gücüne sahip olmadığı için böyle bir hizmetin kadınları sömürdüğü iddia edilemez. Taşıyıcı anneliği para karşılığında sperm bağışı ile karşılaştırdığımızda erkeklerin spermlerini satmalarına izin verildiği için kadınların üreme kapasitelerini satmasına izin verilmesi gerekir: Bir erkek üreme kapasitesini satabiliyorsa bu durumda bir kadına da bunu yapabilmesi için izin verilmelidir. Bunun aksini savunmak kadınlara kanunlarla sağlanan eşitliği inkar etmek anlamına gelir.
Taşıyıcı annelik sözleşmesini destekleyen yaklaşımları liberteryenizm ve faydacılık üzerinden temellendirmek mümkündür. Liberteryenlere göre sözleşmeler, sözleşmeleri yapan tarafların özgür seçimini yansıtır. Rıza göstermiş iki birey arasında bir sözleşmeyi geçerli saymak onların özgürlüğüne saygı göstermektir. Faydacılara göre ise sözleşmelerde taraflar bir sözleşme yaptığında, iki taraf da bundan bazı çıkarlar sağlamaktadır. Aksi takdirde böyle bir sözleşme yapılmaz. Bu nedenle sözleşmeler başka birinin menfaatine zarar vermediği sürece, karşılıklı avantajlar sağlıyorsa garanti altına alınmalıdır. Özgürlüğe önem veren diğer teorilere göre, tercih koşulları üzerine bazı sınırlamalar getirilebilir. Bu teorilere göre bebeklere ve kadınlara ticarî mal gibi davranmanın onları aşağıladığı ya da onlara uygun bir şekilde değer verilmesini engellediği savunulur. Başka bir deyişle taşıyıcı annelik kadınların vücutlarına imalathane gibi davranarak ve kendi doğurdukları çocuklara bağları olmasın diye ödeme yaparak aşağılar.
Özgürlük tartışması içerisinde taşıyıcı annelikle ilgili tartışılan bir durum da para ile ölçülemeyen bazı değerlerin var olduğu düşüncesidir. Medenî bir toplumda paranın satın alamayacağı bazı şeyler vardır. İnsanların sahip olduğu üstün normlar vardır. Bu üstün normu nasıl belirleyeceğimiz ise özgürlük düşüncesiyle başlar. İnsan özgür olduğu için nesne gibi kullanılmamalıdır. Bunun yerine, insanlara saygı duyularak davranılması gerekir. Bu yaklaşım ahlaktaki en temel ayrım olarak kişiler (saygıyı hak eden) ve nesneler (kullanıma açık) arasındaki farkı vurgular.
Taşıyıcı annelikle ilgili etik tartışmaların hukuki yönünü ele aldığımızda, zannedildiğinin aksine taşıyıcı anneliğin Türk hukukunda aslında teknik olarak yasak olmadığı, ancak uygulamasında engellerle karşılaşıldığı anlaşılmaktadır. Her halükarda bir hukuk sisteminin sürdürülebilir, yenilikçi ve modern dünyaya, bilimsel gelişmelere ayak uydurması ve bireyci bir yaklaşımla teker teker tüm vatandaşlarını memnun edecek noktayı araştırıp bulması gerekmektedir. Bu nedenle genel ahlak ve kamu düzeni gibi muğlak kavramların arkasına sığınarak toplum mühendisliği yapmak yerine, tek bir kişiden dahi talep geldiği anda taşıyıcı annelik yöntemine başvurulmasını kolaylaştıracak düzenlemelerin yapılması gerekir.
KAYNAKÇA
i İstanbul Okan Üniversitesi Hukuk fakültesi öğrencileri