Günümüzde Avrasya tanımı, özellikle siyaset bilimcilerin, uluslararası ilişkiler uzmanlarının, kültür bilimcilerin sıkça kullandığı bir tanım olarak karşımıza çıkmaktadır. Coğrafik olarak kesinleşmemiş, ortak kabul görmüş sınırları olmayan Avrasya'yı, Atlantik Okyanusu'ndan Pasifik'e uzanan Avrupa ve Asya kıtalarının neredeyse tamamı, Ural Dağları'nın Doğu ve Batısında uzanan bölge ya da Orta Asya kavimlerinin yerleşik düzene geçtiği Türklerin, Moğolların, Slavların, Çinlilerin yaşadığı geniş alan olarak kabul eden farklı yaklaşımlar bulunmaktadır. Sınırlar, daha çok hangi pencereden bakıldığına, Avrupa ve Asya kıtalarının hangi perspektiften değerlendirildiğine göre değişmektedir. Bu sınırların ortak yanı, yüzyıllara dayanan tarihi-coğrafik temelde ekonomik, kültürel, etnik, dini ve politik özgün değerleri barındırmasıdır.
Bazı araştırmacılar, Avrasya kavramını gerek barış gerekse çatışma ortamlarında, asırlar boyu süren karşılıklı etkileşim ve gelişimin sonucu olarak ortaya çıkan bir uygarlıklar sentezi olarak değerlendirmektedir. Bu sentezin temelinde Avrasya'yı oluşturan Doğu ve Batı kültürlerinin geleneksel değerlerini, maddi ve manevi yaşam biçimlerinin özelliklerini ortaya çıkartarak pek çok sonuca varmak olasıdır.
İlk kez 20. yy başlarında, Avrupa'ya göç eden Rus bilim insanlarının çalışmalarında görmekteyiz Avrasya kavramını. Önceleri Çarlık Rusya ekseninde gelişen fikirlerin, incelemeler derinleştikçe Anadolu topraklarına yayıldığını, Osmanlı İmparatorluğu'nun kültürel zenginliğini oluşturan katmanlarla genişlediğini görmekteyiz. D.E.Yeremeev, bir makalesinde, Orta Asya'dan gelip Anadolu topraklarına yerleşen gurupların, önceleri sadece kendi dillerinde konuşup kendi dinsel alışkanlıklarını sürdüklerini söylemektedir. Ancak geçen zaman içerisinde omuz omuza yaşayan diğer gruplarla bütünleştiklerini yazmakta, göçmen ruhlu Türkîlerin hayvancılıkla, Rumların bağcılık ve şarapçılıkla, Lazların balıkçılık ve denizcilikle, Anadolu halkının ise tarımla uğraştığını ve sonuçta tüm kültürlerin aynı dili konuşmaya, aynı dini inançları sürdürmeye başladıklarını belirtmektedir.
1991'de Sovyetler Birliği'nin dağılmasının ardından ortaya çıkan yeni dünya düzeninde Avrasya'yı ilk anımsayan Kazakistan Devlet Başkanı N. Nazarbayev olmuş ve Bağımsız Devletler Topluluğu'na dahil ülkelerin diğer komşuları ile beraber, tarihsel bağlardan aldıkları güç ile ticari ve kültürel çerçevede ilişkilerini geliştirmeleri gerektiğini söylemiş ve böylelikle Avrasya'da birliğin ve istikrarın sağlanacağını belirtmiştir.